Burada da hiç merak etmeyeceğiniz fotoğraflar paylaşıyorum

Instagram

Wednesday, September 26, 2012

Ne ara bozuldu bizim senaryo


”Bu film benim filmim, burda esas kız benim
senaryoda bile yokken bu süslü şıllık da kim?”
Her şey tamam da, şu kendini yaşamın kıyısında kalmış gibi hissetmenin verdiği duygu çok garip.
Başkalarının birçok alanda senden çok daha iyi olduğunu, ne kadar güzel kıyafetler alırsan al onların senden daha güzel olacaklarını, senin saatler harcadığın ödevleri onların yarım saatte bitirdiklerini, onların mutsuzluklarının bile seninkilerden daha tiyatral olduğunu sanmak seni yok yere geri atabilir. Olsa olsa çocukluktan kalma bir alışkanlıktır herhalde bu
Hadi onlar da tamam, sen kendi üzerine gelmelerini bir şekilde örtbas edebilirsin; ama bir gün gelip birileri seni geriye atıyorlar bu yarışta. Gerçekten kıyıda kalıyorsun.“Sen burada yoksun” diyorlar.
Yani dış kapının mandalı olmak.
Örneğin biriyle ilişkin varken, birden bitiveriyor ve sen kapı dışarı ediliyorsun. Buna alışmaya çalışırken, daha alışamamışken sen, birden roller değişiyor, sen o kapının dışından içeriye yeni geleni izliyorsun; perdenin arkasından, Facebook duvarından, ortak arkadaşların söylediklerinden.
Birine aşıkken sen, onun bundan haberi yokken ya da varken ama tepkisiz kalmışken; sen buna alışmaya çalışırken, umutlarını sıfıra indirgemeye çalışırken hiç senin olmayan bir yere geliyor yeni biri, onun yanına. Bu kez kendinde hiçbir hak bulmayarak izliyorsun olanları.
Yani, sen küfürler ediyorsun bütün bunlara; o senin kadar güzel değil bir kere, sen ondan daha zeki, eğlenceli, kültürlü, sadık, aşktan anlayan birisin. Bunu O neden anlamıyor, o neden anlamazdan geliyor, o neden başka birini anlamayı seçiyor?
Bu işte bir yanlışlık mı var, zaman ne ara bu kadar çabuk geçti de sen bu kadar gerilerde kalmışken o bu kadar ilerlemiş? Yani ne ara bozuldu senaryo, yeni oyuncu alacak kadar?
Ne ara unutmuş seni?
Ama en kötüsü hiç hatrına sokmaması.
Sen orada oturmuş arkadaşlarınla beraber hakaretler yağdırmışsın onlara,ayrılmalarını beklemiş, bağırıp çağırmışsın, kafanda bir eksi artı listesi oluşturup kendini çoktan tepelere çıkarmışsın. Sen, eskiden kendini yok yere o yarışın gerilerine atarken; bugün gelmiş birileri sana “Sen burada yoksun” diyor. Resmi açıklamasını yapıyorlar senin bu konuyla alakasızlığının.
Yani sen aptal gibi kalıyorsun.
Seninle beraber onlara küfürler yağdıran arkadaşların susuyorlar, Facebook profillerinden takip etmek yetmiyor, biliyorsun ki orda paylaşılanlardan çok daha fazlası oluyor aralarında; bir gün küsüyorlar, sonra barışıyorlar ve bunun senin hayatında somut hiçbir değişimi olmuyor. Yani sen yoksun. O arkadaşlarından biri gelip “Bu senin harcın değil” demeye getiriyor en nihayetinde. “Sen onların arasında değilsin”
Onların arası kötü de olsa iyi de olsa, o onu sevse de sevmese de; sen yoksun. Ama sen onların hayatını herkesten daha iyi bilmeye çalışıyorsun. Maalesef saçmalıyorsun ama yapılacak ne var başka !
Seni senaryodan atıyorlar. Bir gün oturup “Ben orda yokum” diyorsun. “Ne desem boş, ne yapsalar boş, ne yapsam boş, ne etsem boş”
Her şey tamam da, birilerinin sana senin çocukluk hislerini hatırlatmaları çok kötü. Senin başkası yerine tercih edilmeyeceğini yüzüne bu şekilde vurmaları, çok acımasızca. İçinde olmadığın bir hikayeyi öğrenmeye çalışırken aylar geçiyor, sıfıra sıfır elde var sıfır; ne elde edecektin, ondan ayrılıp sana gelecek ve mutlu mu olacaktınız?
Biliyorsun, bu hep olmuyor ama bazen, bazen çok fena koyuyor, biliyorsun. Esas kızken, kafanda kurdugun o dünyada ya da gerçekte, birisi gelip senin olan/olamayan yerini alıyor; senin esas oğlan elden gidiyor. Sen burda fısıldarken, kimse seni ordan duymuyor. Kıyıda.
Her şey tamam da, iki kişinin ilişkisine uzaktan yorum yapmaya çalışan 3.kişi olmak, bize karşı O olmak; yani dış kapının dış mandalı olmak çok acı.
“Bu rol bana göre miydi?”




küçük simge..

Sunday, September 23, 2012

Biraz daha kas?


Haftasonlarını sevmediğimiz tek dönem ilkokul yıllarıdır herhalde. Yoksa kim daha fazla uyumayı, boş kalmayı sevmez ki? Tabii ki aşık biri. Ben de ilkokul aşkım için cuma günlerinden tiksinip pazarın sonuna doğru Oleyy yarın okul var onu görücem diye sevinenlerdendim. Minik kafamda kurduğum hesaplamalar hep onu görüp görmemem üzerineydi. Haftasonlarından bu kadar mı tiksinebilirdim yarabbim? Yaz tatilleri bile o kadar ağrıma gitmiyodu, nasıl olsa her ortamda sevilecek birini bulabiliyordum. Yaz tatillerini kabullenebiliyordum, “Bu ayrılık bize koyar, hemen onu unutayım” deyip, ulan ben anlamıyorum,eskiden tak diye de unutuyodum. Şimdi niye böyle oldum?

Oysa haftasonları bırakamayacak kadar kısa, ama geçmeyecek kadar uzundu.

Her neyse, sanırım 4. ya da 5. sınıftayım, bir pazar akşamı annemlerleyim, arabada bekliyorum. Birden camdan bakarken gözüme bir görüntü takıldı. Bilirsiniz, yanında ev olmayan binaların yanındaki boş duvarlara reklam alırlar. Şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadım bir kot firmasının reklamıydı. 4 tane altı kotlu üstü çıplak kaslı adam vardı reklamda. İçlerinden esmer, kisa saçlı ve kaslı olanını çok beğenmiştim. Bakakaldım. “Haftasonları okuldan sevdiğin birini görememek bu kadar koyuyorken şu adama aşık olsam n’olurdu? Her gün okuldan çıkıp buraya gelemeyeceğime göre… Allahım yoksa bir kere gördükten sonra bu aşk bitecek miydi?” diye düşündüm ve size yemin ediyorum benim kaslı bana daha bi duygusal bakmaya başladı.

İlkokul aşkım mı kaslım mı yarışını ilkokul aşkım kazandı. Ama kaslının bakışlarını da hala unutamıyorum.

O günden sonra kot magazalarina pek gitmemeye çalıştım ve bir daha hafta sonlarına o kadar lanet etmedim, zamanın kıymetini bildim. Sonra ne oldu? 5.sınıfın son günü onu goremedim. Lisede tekrar konuştuk, “Ne kadar güzelleşmişsin” filan dedi ama sevimli suratı ergenliğin doruklarında uzamıştı. O artık benim bildiğim o değildi. Haftasonlarından nefret etmeme sebep olan adamla- tamam tamam çocukla- finalimiz böyle mi olmalıydı?

En kötüsü de, 11 yaşımdayken bir kaslıya aşık olabileceğimi düşünmek beni çok utandırmıştı. O zamandan beri de kızlar ADONİS ADONİS diye ölürken bi kere bile aman omuz kası olsun, adonisleri olsun diye düşünmedim.Hala daha dusunmem gobekl olsun benim olsun derim. Küçük yaşta kaslar ve duygusallığı bu kadar birleştirmiş olmam beni isteklerim konusunda çok minimal bir kız yaptı. O günden sonra ilişkilerde kas aramadım. Büyüyünce de araba, güç aramadım. Erkek arkadaşlarımın, onların kankalarının falan takdirlerini topladım.

Heaa, biraz daha kasa hayır der miyim?  Kassız tanıdıklarım kassız kalsın.

Bu da benim kas travmamdı arkadaşlar.

Saturday, September 22, 2012

Evgeny Grinko - Вальс


 Onun için dinlersiniz şarkıları. Sonra bir gün gider. O şarkıları dinleyemezsiniz artık. Onlara bile zarar verir. bir de onun için kızarsınız ona.

 Özdeşleştirin Onu şarkılarla. Tamam. Ama kendinize sadece bir şarkı ayırın. Melodisinin her tınısı size ait olsun. Sözlerinin sizi anlatması gerekmez. O şarkıya ruhunuzu verin. Her ruh halinde dinleyebilin onu: Mutluyken, mutsuzken, sinirliyken, keyifliyken… Yalnızca size ait olsun. Onu dinlerken kimseyi düşünmeyin. Kimse gelmesin aklınıza. Çok şey değil, sadece bir şarkı. Kimse zarar veremesin ona.

 Çünkü şarkılarınızı bile alıp gidiyor O





başkası, sen


                                                                                                                               2012, Nisan 24
 Bekledim. Telefonumun çalmasını bekledim. Tuvalete giderken bile yanıma aldım telefonu, ararsan hemen açmalıydım. Sen nasıl olsa gelmeyecektin. Sadece senden minik bir haber istedim. Aramadın. Hem seni bekledim, hem aramamanı istedim. Gelgitlerimin başlaması o zamana denk geliyordu işte. Beni özlemeni istedim, sonra canın acımasın istedim. Yalandı ama. “Mutlu olsun” dileğim yalandı. Canım yanıyordu ve sen bensiz mutlu olma istiyordum. Bu tuhaf bir düşünce mi? Aşkın sonunda hep bir bencillik vardır zaten. Mutlu olmanı diliyordum güya ama yalandı işte. Sen ne kadar mutluysan ters orantılı olarak mutsuzdum ben de. Ve her çektiğin acıda biraz daha mutluydum, dahası umutlu. Ne zaman acı çeksen bana geleceğini umuyordum.
 Öyle olmadı. Ya acı çekmedin ya da …beni özlemedin. O vakitler bu düşünce nasıl da öldürüyordu beni . Senden ayrı bir ben, benden ayrı bir sen düşünemezdim ki ben. Gelmedin. Hiç gelmedin.
 Bekledim. Seni bekledim, bana “Seni özledim” demeni. Bu sırada geçiyordu zaman. Gelmeyecektin. Bekledim ve gelmedin. Bir de baktım ki, seni beklerken ben senden ayrıymışım zaten. Birisi bana seni sorduğunda “Ayrıyız” der olmuşum. Sensiz de geçiyormuş zamanım. Arkadaşlarımla takılabiliyormuşum mesela ve hatta gülebiliyormuşum.
 Bekledim. Senden ayrı bir ben olabiliyormuş, beklerken anladım. Seni düşünmeden de olabiliyormuş. Rüyamda görmeden seni yaşayabiliyormuşum. Seni yanıma istemek, bir buçuk yıllık alışkanlıkmış hepsi bu.
 Liseden bu yana hicbir erkege bakamaz sevemez olmustum, biliyordun..Bende bildigini biliyordum.
 Her şey bir yana, artık bir başkası için atabiliyormuş kalbim. Kızarabiliyormuş yanaklarım, heyecanlanabiliyormuşum.
 Sensizdim ben. Sonra bir de baktım sensizlik de yok. Sadece ben var. Senle veya sensiz olması umrumda değil. Artık öyle sıfatlar yok.
 Ve senin beni özlemeni dileyen ben, şimdi mutlu olmanı, beni özlememeni ve aramamanı diliyorum. Hayatıma girmemen artık en iyisi. En iyisi buydu, bitmeliydi, diyorum. Kazandırdıkları kaybettirdiklerinden daha fazla.
Ve o bir başkası dediğim adam var ya… O artık başkası değil.
Başkası olan sensin. Burada olan O


--

Friday, September 21, 2012

Pamuktan bir ev


insanın varoluşundan daha büyük bir mesele yok. "mesele" güzel kelime değil mi? büyük ünlü uyumuna da küçük ünlü uyumuna da uyuyor.hayır, sanki çok önemli. bize ne, isterse uymasın. hatta keşke uymasa. o zaman daha güzel bir hikaye olurdu.
demişken aklıma şu geldi, mesela birilerine bir şeyler anlatıyorum ki hep anlatırım, hikayenin sonlarına geldiğimde, hikayenin gerçek sonundan daha çarpıcı bir senaryo beliriyor gözlerimin önünde. of böyle olsaymış inanılmaz olurmuş diyorum ama gerçek sonunu anlatıyorum hikayenin. sonra da neden aklıma geleni yaşayamadığıma üzülüyorum. keşke onu yaşayabilseydim.

hayatımın en marjinal kararı. şimdilik uygulamada da bayağı iyi sayılırım.
yaşamadık ve görmedik şey bırakmak istemiyorum. "hayatta yapmam" dediğim şeylerin listesini çıkardım desem yalan olur, çıkarmadım. ama mesela birisi hadi diyor, durup bir bakıyorum, ben bunu yapar mıyım yapmaz mıyım diyorum. hayatta yapmam lan diyorum ve yapıyorum. bu beni inanılmaz iyi hissettiriyor. bence denenmeli.çünkü çok iyi hissettiriyor.

geçenlerde hayatımın en kaliteli konuşmasını yaptım. o kadar kaliteliydi ki, çok çok tatmin oldum.
karşımdaki adamı söylediklerimin dışında söylemek istediğim başka hiçbir şeyin olmadığına inandırdım ve işte gerçek; hakkaten de söylediklerimin dışında söylemek istediğim başka hiçbir şey yoktu. insanlarla iletişim kurarken esas alacağım tek şey bundan sonra bu. dolaylamasız, direkt cümleler ve muhteşem kaliteli bir diyalog.

fakat bu netlik, "her şeyin" netlik kazanmış olduğu anlamına gelmez. söylediklerim sadece ona söyleyebileceklerim kadardı. bazen öyle garip bir şey oluyor ki, senden başka kimseye söyleyemiyorsun bir şeyleri. çünkü ağzından çıkanları kulağın duymuyor. oha diyorsun ya oha, ben bunu söylemek istemedim ki.
ya da mesela söylüyorsun, ama o anlaması gerektiği gibi anlıyor ve yine kaliteyi bozuyor. hiçbir şey yapmadan anlaşabilmeyi çok isterdim.

bazı şeyler var. tamamen bana dair ve benimle ilgili.

Thursday, September 20, 2012

Mutlu olmak için zilyon tane sebep


Aylar önce kitapçıda “Mutlu olmak için 14000 sebep” diye bir kitap görmüştüm ve bundan etkilenip “Ben de yapabilirim!” demiştim. Sonra gelip yazmıştım, devam edicem demiştim ama etmemişim.
Buraya yazmadım ama minik bir defterim var oraya yazdım.Hala da kesfettikce yaziyorum. Geçenlerde biraz değişik günlerim oldu ve mutlu olmak için sebeplere ihtiyacım vardı açıkçası. Ben de yanımda taşımaya başladım o defteri, o an beni mutlu eden her şeyi ama her şeyi yazıyorum artık. (Listede seyyar pilavcı var, öyle söyleyeyim.) Artık arkadaşlarım da listeye bir şeyler ekliyorlar.
Şimdi naçizane, sizinle paylaşmak istiyorum bir kısmını. Acaba sizi de mutlu ederler mi bunlar
  • Kokorec ve kokusu
  • Midye ve midyeci ile sohbet etmek
  • Balık-ekmek
  • Radyoda sevdiğim şarkının çalması
  • Sofore surada inecegim dediginde tamda "orada" durmasi
  • İki tarafından da ses gelen kulaklık
  • kumlara uzanmak
  • Papatya
  • Taksim’de ara sokaklarda yürümek
  • Postrock
  • Bir gün olacak dediklerim
  • Korna  sesleri
  • Seyyar pilavcılar

  • Arkadaşlarla mangal
  • ip atlamak
  • bagli oldugun ipini koparmak
  • Eski sevgiliden gelen mesaj (Kabul edelim, düşünülmek her zaman güzeldir)
  • Sokak müzisyenleri
  • Akordeon calan kucuk cingene kizi
  • Bir toplu taşıma aracını son saniyede yakalamak
  • Camın önüne konan kuşlar
  • Tramvaya binen akordeoncu
  • Hiç beklenmeyen anda çok beklenen kişiden gelen mesaj
  • Alsancak falcıları 
  • Haftanın yeni Uykusuz’u
  • How I Met Your Mother
  • Sarı saman sayfa
  • Tereyag kokusu
  • Simit ve simitlerini satan burnundaki sumugu silmeyen o sevimli velet
  • İltifatlar
  • İtiraflar
  • Yazılarımı okuyan bir arkadaş
  • Okula uykulu uykulu giden cocuklar
  • Farkli dilde konusanlar
  • Kırık mesaj (Bir heyecan tufanı)
  • Lise anıları
  • Traş losyonu kokusu
  • Ailenin uyesi gibi yakin olan dostlar
  • Her gün duş almak
  • Vanilyalı losyonlar sürmek
  • Yağmurdan kaçmak
  • Rahatça ağlayabilmek (ağlayabileceğini bilmek çok rahatlatıcıdır)
  • Simit-krem peynir
  • Kumandayi sadece cizgi film icin on-off yapmak
  • Yeni gazeteler
  • Cok yuksek cok uzak bir yerde avazin cikarcasina bagirmak
  • Bisiklet binmek
  • Bisikletten dusmek
  • Dizinin kanamasi
  • Sivilcenin cikmasi bile mutlu etmeli seni cunku sen yasiyorsun demektir
  • Belirtiler
  • çikolata
  • Eski birini unutmuş olmak
  • Birini güldürmek, mutlu etmek
  • Taklit yapmak
  • Bostanlıda bisiklet binmek 
  • Kaykaydan düşmek
  • Vapurda usumek
  • Bir parfüm kokusu
  • “Ama arkadaşlar iyidir”
  • Güzel günleri hatırlamak
  • Gizli numaradan gelen arama
  • Her zaman dolu olan otobüste oturacak yer bulabilmek
  • Zor zamanlara şükretmek
  • Hiç yanlışsız bir test
  • Yeni bir şarkıyı sevmek
  • Tramvay
  • Vapur
  • Eski bir chevrolet impala
  • Her zaman doğru şeyi yapmaya çalışmamak
Biraz uzun oldu ama böyle işte.

Tuesday, September 18, 2012


Hadi ben büyüdüm, öyle o kadar kolay sallanamam salıncakta, geçemem zincirlerden, kayamam kaydıraktan. Okul çıkışlarımda parka gidemem. Ama bütün çocuklar mı büyüdü?


Tatillerde sabah 8’de salıncakta sallanmaya giderdim ben. Ne kadar yükseğe çıkarsam o kadar hayalim vardı. Kuzenim, yeterli hıza ulaşırsam dördüncü boyuta ulaşabileceğimi söylerdi. Bir çocuk için salıncaktan daha güzel bir şey düşünemiyorum. Anaokulundan çıktığımda yağmurlu havalarda bile parka giderdim ben ellerim morara morara o demirleri babamin ellerini tuttugum gibi tutardim.

Şimdi niye bu kadar az park var?

Nerde o çeşit çeşit kaydıraklar, niye gördüğüm her park küçültülmüş anlamıyorum. Hadi ben büyüdüm, hiç mi 2005 doğumlu çocuk yok? Onlar bilgisayarda Counter Strike mı oynuyorlar?

Onlar salıncağa binmek istemeyecekler mi hiç üşüdüklerinde bile, hayal kurmak için özel yerler bulamayacaklar mı kendilerine? 8 yaşında cep telefonu mu alacaklar; bu çocuklar mesaj çekerken mi hayal kuracaklar? Kaydırakta hızlarını ayarlayamayıp popo üstü düşemeyecekler mi kuma, ağlamayacaklar mı?

Dengeli olmayı öğrenemeyecekler mi tahterevalliden?

Nereye gitti bu parklar; peki var olanlar neden bu kadar boş, paslı ve renksiz?

Hadi ben büyüdüm, salıncaklarda hayaller kurdum; diğerleri ne yapacak şimdi? Bugs Bunny izlemeyen bir nesil geliyor. Aman aman. Salıncaksız büyüme mi olur, kafam almıyor. Şimdiki çocuklar anlayamayacakları ölçüde şanssız olacak.

Thursday, September 13, 2012

Veda ederken en guzel elbise giyilmez



İnsanlara kelimeler kullanarak veda etmemelisiniz, edeceğinizi hiç zannetmemelisiniz. “Benden duyacağın son kelimeler bunlar”“Bu beni son görüşün ve sonra seni hiç düşünmeyeceğim” , “Bu benim senin için yazdığım son yazım”  Olmaz. Bir insana “Ben gidiyorum” diyerek gidemezsiniz, fiziken uzaklaşıyor olsanız da gözünüz arkada, kalbiniz her tarafta kalmış olabilir
Bazen canınıza tak eder, sileceğinizi, haşırt diye gidebileceğinizi zannedersiniz. İçinizden planlar yaparsınız. Onu karşınıza alıp SON bir kez konuşmayı, sonra o masadan kalkınca onu unutmayı umarsınız. Veda ettiğinizi sanarsınız. Birine hoşçakal diyerek veda etmiş olmazsınız.
Birine veda etmek içinizde cümleler hazırlayarak yapabileceğiniz bir şey değildir. Veda etmek, hazırlık gerektiren bir şey değildir. Bir son için bu kadar hazırlığın anlamı nedir? Sona başlamamalısınız. Vedaları kutsallaştırırsanız, onun gözünde yer edinmeyi istersiniz. Gitmek istersiniz, ki o gelsin. Can acıtmak istersiniz. Onun gözünde yükselmek içindir bu.
Birine veda etmek, onu bir daha düşünmeyeceğim diye kendinizle sözler vermekle olmaz. Veda yapay değil doğal bir süreçtir. Onu kendinize yasaklarsanız, çekici kılarsınız. Vedayı büyütürseniz, bir başlangıç istersiniz.
Zamana bırak dedikleri de tam olarak budur. Vedanın tam bir zamanı yoktur. Veda olagelen bir süreçtir. Birdenbire olur. Hissetmediğiniz bir anda. Aradan zaman geçer. Bir gün bir şey fark edersiniz. Dersiniz ki “Ben ona veda etmişim”
Uyuşturucuyu bırakmak, dozunu azalta azalta yok etmektir.
Yoksa, “Hoşçakal” demekle veda olmaz .

Wednesday, September 12, 2012

Eskiden Kafamın Köşeleri Vardı

bugün, bir arkadaşa  uğradım. eski günlerden konuştuk. (oha klişeleri peşisıra diziyorum 
su an resmen)
kafamın kare olduğunu düşündüğüm ve "bakın abi bunlar da köşeleri, elleyin bakın" diye insanları çılgınlar gibi darladığım, 1 metrekarede dünyanın en mutlu insanı olabileceğimi 1.5 saat 1 saniye bile durmadan dans ederek kanıtlamaya çalıştığım, hadi, harbi mi?, has.ktir 3lüsünden sonra bir odaya geçip epik film izlemek için milleti yine ölümüne darlayıp, filmin 5.dakikasında uyuya kaldığım, "ben tanrı olsam yarattığım her şeyin üstüne bir sufle yerdim" dediğim, "bu saaatte dominos açık mıdır? sufle yiyek" diye başlayıp 10ar kanat ve sufle söyleyerek göbeğime göbek kattığım, yanımdaki zavallı dostuma sürekli iğrenç el şakaları yapmama gerekçe olarak "el kol yapmak istiyorum" dediğim, "biraz yeşilliğe mi çıksak?" diye birbirimizi gaza getirip botanik kafası yaşadığımız, batu' nun cemre' yi hayatımda gördüğüm en atarlı surat ifadesiyle nedenini kendisi de bilmemek suretiyle "botanik deme LAN!" diye uyardığı, "belllatttıırooooooo"(dünyanın en gereksiz ve anlamsız kelimesi) diye bağırarak koşuştuğumuz, bugün napıcaz diye kesinlikle birbirimize soru sormak zorunda olmadığımız çünkü o gün diğer günlerde ve birkaç saat öncesinde de yaptığımız şeyin aynısını yapacağımızdan emin olduğumuz, zombieland izlediğimiz, yahşi batı' yı 20 defa üstüste izleyip 20sinde de güldüğümüz, gafamgazan dediğimiz, tarık' ın (kodadı tarık), en ilginç zamanlarda "abi gitmem lazım beni izliyolar" diyip, hepimizin içine kurt düşürüp kaçtığı ve hayatımın arka planında comfortably numb çaldığı günleri çok özledim. beynimin kıvrımlarının çözülüp 12 parmak bağırsağından hiçbir farkının kalmadığı, mutluluk ve mutsuzluk, güzel ve çirkin, iyi ve kötü kavramlarını yitirip hissizleşebildiğim, istediğim zaman 15 kişi içinde bile yalnız bir kafa yaşayabildiğim, sürekli çok yükseklerde uçabildiğim, aşağıya ise sadece sufle ile inebildiğim günlerimi ve günlerimizi çok özledim allahın cezaları. bunları nostalya olarak andığım için de önceliklerimin (e haliyle) değiştiğini farketmek suretiyle "lan galiba büyüdüm" demek, baya kötü hissettirdi şu an beni.

ooh yoruldum. 
Tek nefeste yazmak ne zormuş..

The Offspring

Tuesday, September 11, 2012

Pink Floyd – Wish You Were Here


İstediğin kadar cümle kur, istediğin kadar üzerini ört her şeyin. Gözünden ırak olduğu sürece gönlünden de ırak olacağına inandır kendini. Hatta başar. Unut
Ama buna engel olamazsın.
Sen sağlam durmaya çalışırsın. Bazen yorulursun. O minicik zayıflık anlarında, hani betonlardan açan çiçekler gibi, bir cümle çıkıverir ağzından. “Nasıl da isterdim burda olmanı”
“How I wish, how I wish you were here”
İşin kötüsü anlatamazsın da nasıl istediğini
“We’re just two lost souls swimming in a fish bowl, year after year running over the same old ground”
Hala “biz” diye kurduğun cümleler vardır en derine gömdüğün
“What have we found? The same old fears.”
‘Belki birbirimizden bu kadar uzak olmasaydık aynı korkuları stabil tutmazdım içimde. Sen korkularımı iyileştirebilirdin’ gibi bir fikir geçer kafandan 
“Wish you were here”
Buruk bir gülümsemeyi beraberinde getirir, “Keşke burda olsaydın” demek. Bu bir pes etme cümlesi değildir aslında. Bazen geçmişi en sevdiğin filmi izler gibi izlersin ve anılara selam durursun. Bu bir zayıflık cümlesi değildir aslında. O an gözlerini bir saniyeliğine bile olsa kaparsın sımsıkı, gözlerini açtığında gelsin diye. Burda olmasını aslında hiç istemesen bile, bazen, 1 saniye kadar bile olsa istersin eskisi gibi yanında olmasını. Şarkı bittiğinde kurduğun o cümleden vazgeçersin.
Wish you were here

Monday, September 10, 2012

PLASTİK.


Kapılarını kapatırsın ona, ya da kapatmak zorunda kalırsın. Bazen Facebook’undan silip onun hayatına dahil olmamak gibi bir şeydir gitmek, bazense görsen bile kafanı çevirmek, yanında olsan da uzaklarda tutmak kendini.

Bile bile ondan uzak durmaktır gitmek çoğunlukla. Kötü hissettiğinde onun bir gülücüğüyle düzelebilecek durumları kendi kendine susturmak ve “Ben de başarabilirim” demektir. Akşam sahilde eğlenen insanları gördüğünde çağırmak için telefonu eline alamamak ve “Gel kendi eğlencemizi yaratalım” diyememektir. “Onu özlüyorum” dememek için kalbinin seslerini bastırmaktır ve hatta her türlü sosyal aktiveteye girip yalnız bir an geçirmemeye çalışmak. “Onun olduğu yerlere gitmem” derken ortak arkadaşlarınızla bulaşacağınız bir günde içten içe “Belki O da gelir” ümidiyle daha güzel giyinmektir. Ama susmaktır en nihayetinde. Susmak. İçinde kopan her şeye rağmen ona karşı güçlü görünmeye çalışmak. Hiçbir şey yapmıyor gibi görünmek için her şeyi yapmak.

Sen onsuz devam ederken, o de sensiz devam etsin istersin. Ama bilemezsin belki o sadece devam ediyordur: Senli ya da sensiz değil. Büyük ihtimalle de gayet iyidir “sen yokken”. Gözlerini ona kapamanın sebebi budur işte. Onu unutana kadar kendince yazdığın bir senaryo: “Beni özlüyordur, hayatına geri istiyordur” Bunun doğru ya da yanlış olması umrunda değildir ama unutana kadar akıl sağlığını koruduğu kesin. Yeter ki gerçekten uzak olsun

O yüzdendir işte, bir arkadaşıyla mutlu resimlerini görürken “Ama benim bıraktığım gibi kalmamış” demek. Gözlerini kapatırsın ki bıraktığın gibi kalsın. İstersin ki evden çıkmasın, güneş almasın. Sanki cansız, nefes almıyor, plastik gibi. Ona ait hiçbir şeyi duymak istememenin sebebi budur işte. Unutmaya çalıştığın son halidir eğer değişirse sen de değişirsin; işler karışır. Sensiz de iyi olması ağır gelebilir.

Napıyordur bensiz?

Feridun Düzağaç der ya hani: “Bilmem, hiç bilmek istemem, hatta düşünmem”

CUT.

Sunday, September 9, 2012

Bu bir teselli değil ama bazen kıyılamayan olmak istedim


“Kızı bırakamıyorum. Çok güzel” diyordu bir arkadaşım. Şaşırdım. En az 3 yıldır birliktelerdi, araları çok kötüydü. Ve bence aradan geçen yıllarda devam etme sebebi “güzellik” olmamalıydı. Yani ilk birkaç hafta, hatta ay tamamdı. Tüm erkekler yanında güzel bir kız olsun isterler. Ama aradan yıllar geçmiş, hala güzel olduğu için bırakılamayan bir kız var.
Dış güzelliğin bir yerden sonra önemli olmadığını düşünürdüm birçoğumuz gibi. Ama konuştuğum birçok erkek aylar, yıllar sonra bile Ya kız çok güzel, nasıl bırakırım, kıyamıyorum dedi sevgilileri için. Kalkıp da onları suçlamak gibi bir niyetim yok. Bu da onların seçimi. Yani şu gerçek su götürmüyor: Çok güzelseniz, kıyamıyorlar size.
Hiç acıtacak kadar güzel” bir kız olmadım ben. Çirkin olduğumu söylemiyorum ama ben yataktan kalktığı haliyle bile büyüleyici güzelliğe sahip olan kızlardan değilim.Bu durumdan şikayetçi de değilim aslında.
Eskiden çok güzel olmadığım için üzüntü duyardım. Ben hiç bir sınıfın en güzel kızı olamayacaktım. Ee? Şimdi ee diye sorunca bunun çok da bir boka yaramadığını anlıyorum. Ne olacaktı daha güzel olunca mutluluğu mu garantileyecektim? Kendimle barışma sürecim bu soruyla başlar.
Ama yine de kıyılan taraftayım ben. “Çok güzel bu kız, bırakamıyorum denilen taraf değil. Hiç ummadığım kişiden, hiç ummadığım tepkiyi almamda “güzelliğimin” hiçbir engelleyici etkisi olmamış. Onun eslerin dostlarin bana melez guzeli demeleri giderken pek de iş görmemiş. Tuhaf. O kadar kolay gitmiş, hakikaten umrunda olmamış olması 1 yıl sonra bile ağrıma gidiyor, işin içinde sevgi olmasa da.
Suratıma bakıp kıyamadığı olmamıştır hiç kimsenin. Hatta kolay bırakılan taraf oldum iyi niyetimden çoğunlukla. Bilmem. Çok güzel olmamanın avantajlarını da gördüm aslında, birinin beni “güzel olduğum için” sevmesini istemem.
Şimdi düşünüyorum da sadece güzel olduğum için yanımda kalan bir erkek ister miydim? Eğer benim için bir ego meselesi olsaydı bu, birilerini terk etmekten zevk alsaydım iyi olurmuş herhalde. Ama ben bir ilişkinin etinden sütünden faydalanmaya ugraşmam. İlişkinin sonrasından ego tatmini çıkarmak için uğraşmam. Herhalde birisi sadece güzel olduğum için yanımda olsaydı, bunu anlar ve ben giderdim.
Ama yine de üzücü. Ne bileyim. Anlatabiliyor muyum?
Sadece güzel/yakışıklı olduğunuz için yanınızda kalmasını ister miydiniz onun? Önemli olan sebep ne olursa olsun yanınızda olması mı, sevmesi mi?

Friday, September 7, 2012

Aslında beni severler ben aksini iddiaa ederim


Hiç havalı değilim. Ama öyle olduğumu düşünenler varmış -uzaktan uzaktan- bilenler.. Hiç özenilmedim sadece güçlü oldugumdan dolayı tebrik edildim, laflarım arkadaş çevresinde dönmedi. Peşinde büyük bir erkek hayran kitlesi taşıyan bir kız değilim. Param varsa , markalaşmış en iyi şeyleri almasını bilirim almaya giderken yolda aç gezen garip bir çocuk görürüm almaktan vazgecerim. ama sevgilim için cebimdeki son parayla hediye alabilirim. alamazsam bile neyim var neyim yoksa kendim bir hediye hazırlarım.
Kendime güvenmem uzun sürdü. Küçükken hiç güzel değildim çünkü. sadece yaşıtlarıma nazaran iri durur ve dikkat cekerdim 7 yaşından sonrasından bahsediyorum. Ayrık dişlerim ve bronz tenimin uyumu beni olsa olsa “sempatik” yapıyordu. Güzellikten uzaktım, olsa olsa “bugun çirkin olmamışım” derdim. Bir kız ilkokul ve ortaokul yıllarında çevresi tarafından güzel olduğu konusunda pohpohlanmışsa büyüyünce aptal da olsa kendine sonsuz güvenir. Narsistlik boyutlarına çıkarlar. Ben mütevazilikten çatlamak üzereyim.Güzelsin demeye durun utanırım yere kafamı eğerim.
Ama o kız pek öyle güzel değilse, kendine yapıştırdığı çirkin yaftasının geçmesi zaman alır. Bende öyle oldu mesela.Şuan güzel olma konusunu hiç kurcalamıyorum kaygısızım diş tellerimle bir karış gülerim. Aslında çok da değiştim. Sadece fiziksel olarak değil. İnsanları daha az umursamam gerektiğini öğrendim, yapmam biraz zaman alacak. Kendimi sıfır olarak gördüğüm günlerin üzerinden çok zaman geçti, ama şimdilerde kendimi çok kötü hissettiğimde bazen o günlere dönüyorum: Belki hiç değişmemişimdir, diye.
Kendimi sevmeyi bana hiç tanımadığım biri öğretmişti. Yani gerçekten sevilince kendimin farkına vardım. O beni öylece sevince ben de kendimi sevdim. Onu tanımak istemedim ama o beni kolumda ki benlerin sayısına kadar tanıyordu. Ondan bu kadar sık bahsetmemin sebebi içimden hiç geçmeyecek olmasıdır. Bir gün beni sevmekten vazgeçerse ki tam 7 yıl oldu HİÇ SANMIYORUM - evet gocunmadan VAZGEÇİLDİĞİMİ söyleyebilirim.
Ben hiç yurt dışına çıkmadım. Burberry marka şala 600 lira vermeyi anlamadım. Ben bu yaz radyoterapinin yan etkilerini okudum, kemoterapi bölümüne nasıl bağış yapabilirim onu düşündüm. Ülkenin siyasi sorunlarını değil bu sorunlar arasında kaynayan acınası halde ki garibanları kendime dert ettim. Gözyaşı döktüm. Sabahın 7 sinde kalktım ve insanlara bundan bahsetmedim. Kendime güvenim bazen sekteye uğradı, annem bana “Kendine güveninin azalmasının başkalarıyla alakası varsa kendine güvenmiyorsundur” dedi ayakta alkışladım. Bazen sabahları kalktım “Ulan fiziğim eskisi gibi güzel değil ama ne güzel yüzüm ve ten rengim var dedim, düşündüm birçok kız bende ki ten rengine sahip olmak için para yığar, güneş altında pişer. büyük ihtimalle öyle olmamasına rağmen. O eski, çirkin hallerimi unuttum. Daha da iyisi eski, zayıf hallerimi. Yanlışlıkla 3 yıl içinde 12 kilo aldım, şımarıklığına yedim can sıkıntısına yedim.Şimdi kalıcı bi göbeğe sahibim. Maçlarda bantladığım..
Kaşlarımı ben alamam, ikisinin de birbirine uyduğunu hiç görmedim bozulur diye ödüm kopar. Düzenli manikür günlerim olmadı kafama estikçe gittim, elleri benden güzel kızları inceden inceye kıskandım küçüklükten başladığım spor hayatı parmaklarımı yamuk yaptı ama hala narin bi ele sahibim bu fiziğe rağmen.
Ben bu siteye sizi üzen sevgilileriniz hakkında yazmak için geldim 1 yıl önce, bununla dalga geçildi belki ama hiç umursamadım. Bunu söylemekten gocunmadım. Başta sadece kendim için yazdım, kimsenin takip edeceğini zannetmiyordum bile. Ben bu siteye gelince unuttum, aşık oldum, acı çektim, güldüm, ağladım. Ben bu siteyi arkadaşım belledim.
Twitterda en zayıf taraflarımı yazdım. Güçlü duramadım buralarda. Beğenenler de oldu beğenmeyenler de. Hiç tahmin etmediğim insanlar okudu beni. Kesinlikle havalı olmadım. Sosyal paylaşım mecralarında çok sayıda insan tarafından okunduğumu bilmek beni kasma haline getirmedi. Olduğumun dışına çıkamam çünkü. Havalı olmak için okunup okumama taktiğini kullanmadım.


Bazen “Ben yalnızım” demekten gocunmadım, çekicilikten ne kadar uzak halbuki değil mi? William Fitzsimmons’u çok severim. Hiç kilomla boyumla hava atmaya çalışmadım bu mecralarda içten içe. Hiç aç kalıp kilo vermeye çalışmadım, çünkü küçükken Barbie bebeklerimle oynamadım.Actionman kovaladım. Tren oynadım..
Şarkı söylemeye ve yazmaya bayılırım ama şarkı yazamam ne tuhaf değil mi
Zavallı değilim. Popüler değilim. Mübalağayı sevmem.

hepsi bu

Thursday, September 6, 2012

Kirmizi Burun


Ağlamak bir lükstür. Şimdi Google’ı açıp ağlamak diye aratsanız ağlamanın bilmemne hormonunu salgılattığı için iyi hissettirdiğini okursunuz. Ben yıllar önce gazetede okumuştum. Çok da kurcalamadım. Aslında duygusal bir insanım. Ama 11 yaşımdan itibaren ev hariç hiçbir yerde, hiç kimsenin yanında ağlamadım 17 yaşıma kadar. Sanırım maclarda antrenörüm (adını vermem) üzerime gelir ağlatır o kadar.
Ağlamayacak kadar katı olamadım hiç. Kırılgan biriyim, ama ağlamazdım kimsenin yanında. Dişlerimi sıkıp kendi başıma olacağım bir yere gitmeyi öğrendim. Ağladığım tek yer evimdi, öyle ya.
Zayıflık olarak görülür ağlamak. Birisi ağladığınızı görür görmez güçlü olmanızı, kendini toparlamanız gerektiğini söylerler. Güçlü olmak ağlamamak, suskun durmaktır gerçek hayatta. Ağlamanıza izin vermezler. Sokakta ağlayamazsınız dönüp bakarlar. Birisi sizi ağlatsa yanından kalkıp gitseniz nerede ağlayacaksınız, sokakta bile ayıplarlar.
Bazıları daha şanssızdır. Bir ağlasa yarım saat suratından silinmez izleri. Gözler dolu, damarlı, burun kırmızı olur. Yaşları silmek yetmez, kıpkırmızı bir burunla ortalarda dolaşırsın: “Merhaba ben ağladım”
Kızların ağlaması daha kabul edilebilir bir durumdur pekala. Erkekler ne yapacak? Erkeklerin ağlamasına kimse izin vermez. Onların hiç gözleri dolmaz mı?
17 yaşıma geldiğimde, çok sevdiğim bir sevgilim oldu. Onun yanı, benim evim gibiydi hatta. O yüzden onun yanında ağlayabildim. Bu cümleyi kendime tekrar etmemem gerekirdi. Kızlar sevgilisinin yanında ağladığında erkekler bunu çok sevimli bulur, en başta. “Kıyamam sana” Karşısında burnu kırmızı, gözleri dolu bir kız. Ona sarılmak isterler, hatta gözyaşlarını elleriyle silmek isterler. Dediğim gibi, sadece en başta. En fazla beş defa. Hiçbir şey aynı gitmez
Utanmaya başlar, yanındaki kızın utanması onu çevreye rezil eder. Birisinin yanında ağlamak bazen onu suçlamaktır. Bunu bilir. Yanındaki kız ağladığı için suçlu O’dur. Ağlamasını susturmadığı için suçlu O’dur. Kız artık ağlarken hiç güzel değildir. Burnu pancar gibidir. “Biri şu kıza ağlamamasını söylesin” Önemli olan kızın hisleri değildir artık. Önemli olan elalemin ne diyeceğidir. Küçükken evde gürültü yaparken annelerimiz bize komşuların rahatsız olacagını söylerdi. Önemli olan eğlence değil, elalemdi.
Birinin yanında ağlamak hem onu suçlamaktır, hem de umutsuzluktur. Kız ağlar, adam susar. Gözünü silmez bile. Yanından kalkmaz bile. Kıyamadığını iddia ettiği kıza kıymak bir yana, ondan nefret ediyordur artık. Birinin yanında ağlamak, ondan nefret ettirmektir kendini. Kimse anlamaz, birinin yanında 15 dakikadan fazla ağlamak işin bittiğini ifade eder. Ordan kalkıp gitmelidir muhakkak. İşte zayıflık odur. Zayıflık ağlamak değil, gidememektir. Bazen ağladığınız için terk edilebilirsiniz.
Onu affettim. Onu unutmak için affetim. Ama kafamda iki şey kaldı. Biri yediğim yemekleri kusmama sebebiyet vermesi, diğeri o yaşları silmemesi. Ben ağladıkça o nasıl duruyordu bilmiyorum. Hiç anlamaya çalışmadım. Hiç anlamadım o vakit. Halbuki cevap çok açıktı. Bu nankörlük değil, ama ağlamama göz yummasını hiç affetmedim. Bir gün, o gün, beni ağlattığında yanından kalkıp gitmediğim için kendimi affetmedim.
Konuşarak çözülmeyecek sorunlar olduğunda ağlarsınız. Ama bazen ağlamak rahatlamaktan ziyade baş ağrısı verir sadece, bir de yanınızda sizden nefret eden bir adam. Hiç anlamam, yanındaki kızı ağlatan adamın hiç mi içi sızlamaz?
Bu soru çıkış noktasıdır. Hayır hayır burdan konuyu düşünmeye başlayın demiyorum. Bu soruyu soruyorsanız gidin demek istiyorum. Çıkış noktası gidiş noktasıdır. Ağlamak biter çünkü gidince. Öyle oldu bende. Gözümden bir damla yaş damladı, çok sonra. Bazen ağlamayı durdurmanın çözümü o kadar basittir. Hem siz rahatlarsınız, hem o artık elaleme rezil olmayacagı için rahatlar. Bir adamın yanında sadece ağlamaktan başınız ağrıyorsa kalkın gidin. O kadar basit. Ya da pişman olun.
Sizi seven bir adamsa ağlamanıza dayanamaz. Bu bir kıyamama hali değildir üstelik. Yanında zilyonuncu kez ağlasanız da durdurmaya çalışır. Güldürmek ister. Bazı adamlar sizi sevmez ama sizi güldürmek ister. Canınız o kadar sıkkınken, ağlamak üzereyken hayatın devam ettiğini söyler size. Jest yapar, yüzünüzü güldürür.
Yazının çok düzenli olduğunu düşünmüyorum, dağınık, uzun bir yazı oldu. Buraya kadar okuyanın alnından öpmek gerek. Ama ben bir şey hatırladım. Ben ağladığımda neden herkesin beni iyileştirmeye çalıştığını ama onun başından savmaya çalıştığını. Ama birisi daha vardı. Beni güldürmek için yere deodorantla ismimi yazıp çakmakla yakmaya çalışan biri. O yüzden beni ağlatan adamı kalbimden çıkarıp güldüren adamı hayatıma aldım. Hem de onu o kadar severdim ki, yazık etti.
Çünkü o minicik kımıldanma önemlidir. Mimiklerinizin aşağı düşmesi, birilerinin hayatınızdan düşüşüdür bazen. Tam tersi,yukarı çıkması ise bir “Merhaba”dır. “Hadi beni güldür biraz”

Tuesday, September 4, 2012

O'na ne yapsam YARANAMIYORUM.


Bir insanı hayatınızda muhafaza etmek istiyorsanız onu az düşünmeyi öğrenmek zorundasınız. Bilirsiniz, en büyük hataları en sevdiklerimize yaparız, beceriksizlerimizi de onlar görür. Çok düşündüğümüzde çok beceriksizleşiriz. Üzerine titremek, titriyor da olmaktır aynı zamanda. Bunu biliyordum
İşler ters gidebiliyor bazen. Mesela bir insanın hayatınızdaki yeri sorunsalı bütün düşünce sisteminizi kurcalıyor olabilir. Çözümler arıyor olabilirsiniz. Sonuçta onun kim olduğunu bilmezseniz ona nasıl davranacağınız konusunda büyük çekinceler yaşayabilirsiniz. Yerinizi bilemezseniz hiç olmadık yerde hiç beklenmedik şeyler yapıp kendi sesinizin yankılarından utanabilirsiniz. Bütün o duyguları bir kenara bırakıp mantıklı olma vakti mi geliyor? Onu da abartmamak lazım, mantık da yapma bir şey netice itibariyle. Bunu da tahmin ediyordum.

BİZ aslında onunla tanışmadık.

Belki seviyoruz
Belki sevmiyoruz 
Yüksek ihtimal göz teması kurmadıgı birini sevmez
Diyelim ki


Madem sevmiyor, niye beni hayatının bir köşesinde tutuyor?

Niye izin vermiyor onunla konuşmamama. Batırdık bitti işte. Ne olacak ki ben olmasam? Neden hayatından çıkarmıyor beni. Neden benim çıkarmama laf etmiyor, geri dönsem olduğu gibi kabul ediyor, gidecek gibi olsam onun üzüleceğini hissediyorum bu kez?

Madem üzüleceğim, niye seviyorum . Madem aramız bozulacak, niye duygularım o yöne gidiyor? Sanki yıllardır varmış gibi. Hani insanlar içten içe kendi çıkarlarını düşünerek davranırlarmış ya, benim çıkarım ne bu işten?

Madem sevmiyor, niye ben seviyorum o halde. Bağımlılık gibi. Zaten insan kendini sevmemeye bu kadar meyilliyken;sevilmek insana “Evet o seviyorsa ben de kendimi sevebilirim” diyebilme gücünü verirken, tam aksi durum kendini sevmemesi için gerekçe verirken; ben niye bu gerekçeleri toplayıp defolup gidemiyorum .

O susunca niye en yakın arkadaşımı kaybetmişim gibi hissediyorum .

Madem onu düşünmemi sevmiyor, niye sevmiyor ?

Çıkamıyorum bu işin içinden.
 Soruyorlar mesela, “Ne yapacağına karar verdin mi? Konuşacak mısın onunla?”, “Yok,” diyorsun “oluruna bıraktım” ama o işler öyle dönmüyor işte. Durmadan düşünüp bir çözüm bulmaya çalışıyorsun, kendince bir şey buluyorsun da sonra, sonra yine düşünüyorsun, sonucu tartıyorsun BATIYORSUN.
Unutuyorsun tüm koşulların senin düşünce sistemin kadar katı olmadığını, duruma göre esneyemiyor senin bulduğun şu “sonuç”. Her şeyi çözdüm zannederken çözmekten ziyade sikmişsin durumu farkında değilsin. Çok düşündüğünden oluyor bunlar, az düşünsen olmazdı filan. Bunu da biliyordum. 
yaşıyorum yani.
Çok kontrol etmeye çalışmaktan oluyor bence hep bunlar


Berbat mı hissediyorum? Onunla hiç konuşmamam gerekirken “Sıçtım batırdım, içimden bir ses onunla konuşmam gerek diyor ama konuşursam her şey mahvolur” diyorum. Herkes bana “Hayır konuşma, her şeyi daha da berbat edeceksin” diyecektir. Ama ben ona karşı susunca içimde deli gibi bir huzursuzluk hissediyorum. Hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini bilsem de bir şeyler yapmak istiyorum onun için yoksa pişman olacakmışım gibi. Sanki konuşmazsam her şey mahvolur, ama konuşarak boşa kürek çekecekmişim gibi. Beni kendimle çeliştiriyor.

İnsanlar bana “Susman daha iyi” diyecektir. “Susmazsan sıçarsın simge”


Saçmalasam bile konuşmak daha iyi o an susmaktan. Susmam! Ben zaten sıçmışım. Bari o anı çabucak bitireyim. Susmaya çalışacağım diye kendime eziyet etmem. Susmak dünyanın en zor eylemlerinden biridir zaten. Konuşurum, her şeyi mahvederim ve geçmesini beklerim. 

Hayatımdan ne kadar uzakta olursan ol. Telefona uzanıp “Biliyor musun bugün böyle böyle oldu” demek istiyorum. 

bunu farkettiğim günden beri ona kızıp gidemiyorum.

sonra yoklugunda zorlanıyorum falan.